Dünden beri bişeyler yazmak geliyo içimden ama yazamıyorum. O kadar çok şey var söylenecek ama yazmak zor. Sadece bu ülkede birilerinin ekmeğine yağ sürmek için “vatan sağolsun” adı altında veya başka kılıflarda gencecik hayatların, hayallerin bu kadar kolay sönmesini anlayamıyorum. 17 yaşında çocukluk arkadaşı 2 gencin birinin dağda diğerinin karakolda, ellerine boyu kadar silah tutuşturulmasını ve birbirlerine kırdırılmasını anlamıyorum. 2 gün güya yas tutan sonra bu haberlerden rahatsız olup” yeter ya” diyip zap yapan bizi anlayamıyorum.
Karnımız acıkır, patron işe gelir, çocuk ağlar, hayata kapılır gideriz.Herkes kendi başına gelmeyenin sevinciyle susar. Gizlice masaların altına vurulan eller, içimizden edilen şükürler, birazdan öleni öldüğünle bırakıp, evlerine çekilirler. Başkasının sırtını sıvazlamakla acılar tükenmez. Düşen koru yerden alıp avucumuzda tutabilmek gerekir. Hala ağlayabildiğimizden emin olana dek sıkmalıyız. Böyle olaylardan sonra nasıl olup da hayatımıza kaldığımız yerden, aynı şekliyle devam edebilmemizin tuhaflığı üzerinde düşünmeliyiz. Gösterdiğimiz tepkilerin kifayetsizliği üzerinde durmalıyız. İnternette öfkeden, üzüntüden naralar basmakla hangi yağmamış yağmurun bulutunu ziyan ettiğimizi anlamalıyız. Bizim gazımızı kimler ne için almaktadır? Şu acıların bize gerçekten değdiğine emin miyiz? Yoksa kanıksanmış bir hayatın içinde kestirilebilir tepkiler veren, öğrendiği mecralarda kumla oynayan ve hep aynı şeyi yapmaktan sıkılmayan robotlar gibi miyiz?
“Ekrandan kayıp giden altyazılar kimin kucağına dökülür?
Karanlık bir sabahta şarkılı bir televizyon programına altyazı olmak da var. Zorlanmış neşeden sırıtan şu makyaja benzeyen hayattan böyle çekip gitmek. Otuz kişinin içinde bir küsurat olmanın, huyundan suyundan çıkarak sadece bir rakama dönmenin ihtimali de var. Paçalarından biri dizine çıkmış, bir yeni uyanan görür seni, sakalını kaşır, yüzünü ekşitir, kanalı değiştirir. Peki, ekrandan kayıp giden altyazılar kimin kucağına dökülür? Bunu anlamadan yaşamak da var. Kaçmak, kovalamak, bitmeden, durmadan kendini düşünmek… Hâlbuki ne zor geçmiştir senin gecen, kimse anlamaz. Ölmekten beterdir korkusu, kokusu, bunu düşünmeden, isyan etmeden, gerçekten üzülemeden, nefes almayı yaşamak zannetmek de var.
Çok kişi aynı anda ölünce yazılıyor bu yazılar. Bir başına gidenlerin yalnızlığından utanmadan. Ah şu kısıtlı infial duygumuzun sayılarla olan patetik ilişkisi… İyi bir kazağı çok para olmasından anlıyoruz, acının büyüğünü de çok ölüm olmasından. Ruhumuz, algımız, piyasanın kurallarına teslim olmuş, ırgalanacaksak da onun ölçüleriyle deniyoruz. Bu kadarı da fazla, diyoruz. Ne kadarı az acaba? Bunu ancak ‘bir kişi’ dediğimiz şeyin kendimiz olduğunu varsayabildiğimiz zaman anlarız. Bir türlü üstesinden gelemediğimiz şu ‘büyük’ hayatımızın, sevdiklerimizin, düşüncelerimizin, yaşadıklarımızın, hayallerin, özlemlerin, bütün hepsinin aslında sadece ‘bir kişi’ olduğunu düşünebilirsek, vakitsiz bir ölümün ne demek olduğuna da vakıf olabiliriz. Ne var ki biz kendimizden başka birisini umursama yeteneğimizi çoktan yitirdik. Modernliğin mütemmimi olarak bencilliğimiz duygu çemberimizi her gün daraltıyor. Bireyselliğimizle kendimizden geçip, dünyayı kişisel kaygımızda duymaktan öteye gidemez oluyoruz. Varlığımızı, mutlak sandığımız gündelik dertlerimizin üzerine bina edip, kurduğumuz çatının sağlamlığından hiç şüphe duymuyoruz. Ya da bilakis o kadar kuşkuluyuz ki, yıkılmasın diye kimseyi oraya yanaştırmamak için elimizden geleni yapıyoruz. Haberler bize ondan değmiyor, şu gördüklerimizi film sanıp sonuna doğru uyukluyoruz. ‘Ne kadar izlersek o kadar az yaşarız’ diyor Guy Debord. Biz artık sadece izliyoruz.